Kültürel Miras ve İstanbul
Bütün insanlığın ortak mirası
olarak kabul edilen evrensel değerlere sahip kültürel ve doğal varlıkları dünyaya
tanıtmak, toplumda söz konusu evrensel mirasa sahip çıkacak bilinci oluşturmak
ve çeşitli sebeplerle bozulan, yok olan kültürel ve doğal değerlerin yaşatılması
için gerekli işbirliğini sağlamak amacıyla UNESCO’nun
17 Ekim – 21 Kasım 1972 tarihleri arasında Paris’te toplanan 17. Genel Konferansı kapsamında, 16 Kasım 1972
tarihinde “Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına
Dair Sözleşme” kabul edilmiştir. 14.04.1982 tarih ve
2658 sayılı Kanunla katılmamız uygun bulunan bu Sözleşme, 23.05.1982 tarih ve
8/4788 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylanarak, 14.02.1983 tarih ve 17959
sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Uluslararası önem taşıyan ve bu
nedenle takdire ve korunmaya değer doğal oluşumlara, anıtlara ve sitlere “Dünya Mirası” statüsü tanınmaktadır.
Sözleşmeyi kabul eden üye devletlerin UNESCO’ya başvurusuyla
başlayan ve Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS) ve Uluslararası Doğayı
ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN) uzmanlarının başvuruları değerlendirmesi
sonunda tamamlanan bir işlem dizisinden sonra aday varlıklar Dünya Miras
Komitesinin kararı doğrultusunda bu statüyü kazanmaktadır.
UNESCO Dünya Miras Listesinde yer
alan 19 adet varlığımızdan biri de 1985 yılında kabul edilen “İstanbul’un Tarihi Alanlarıdır. İstanbul, 1985 tarihinde UNESCO Dünya
Miras Listesi’ne 4 bölge olarak dahil edilmiştir.
Bunlar; Hipodrom, Ayasofya, Aya İrini, Küçük Ayasofya Camisi ve Topkapı Sarayını
içine alan Sultanahmet Kentsel Arkeolojik Sit Alanı; Süleymaniye Camisi ve çevresini
içine alan Süleymaniye Koruma Alanı; Zeyrek Camisi ve çevresini içine alan
Zeyrek Koruma Alanı ve İstanbul Kara Surları Koruma Alanı’nı
içermektedir.
İstanbul Surları
İstanbul’un
etrafını çeviren surlar tarihte 7. yüzyıldan başlayarak inşa edilmiş, yıkılmalar
ve yeniden yapmalarla dört defa elden geçmiştir. Son yapımı 408’den sonradır. II. Theodosius (408-450) zamanında İstanbul
surları Sarayburnu’ndan Haliç kıyısı boyunca Ayvansaray’a bu taraftan ve Marmara kıyısı boyunca Yedikule’ye, Yedikule’den Topkapı’ya,
Topkapı’dan
Ayvansaray’a uzanıyordu.Surların uzunluğu 22 km.’dir. Haliç surları 5.5 km, kara 6,5 km, Marmara Surları ise
9 km.’dir. Kara surları üç bölümden oluşur: Hendek, dış
sur, iç sur. Hendekler bugün tarım alanı olmuştur. Sura bitişik ve 50 m. aralıklarla
kara surları tarafında, birçoğu yıkılmış, çatlamış durumda 96 burç bulunmaktadır.
Bu burçlar, boydan boya uzanan sur duvarlarından 10 metrelik çıkıntıda, çoğunlukla
kare planlı ve 25 metre yüksekliğindedir.
Haliç
Haliç, (batılıların deyişi ile
Altın Boynuz) İstanbul’un bir koyudur. Haliç’in kelime anlamı, nehir ağızındaki koy demektir. Yunan
efsanesine göre; Megaralılar, kralları Beyaz’ın annesi
Keroessa için Altın Boynuz ismini vermişlerdir. Bizans döneminde kolonileşme de
burada başlamıştır. Aynı zamanda Bizans İmparatorluğu’nun
denizcilik merkeziydi. Sahil boyunca uzanan duvarlar, şehri bir deniz filosu
atağından korumak için inşa edilmiştir. Haliç’in girişinde
istenmeyen gemilerin girişini engellemek için, şehirden karşıya eski Galata
Kulesi’nin kuzeydoğu ucuna uzanan geniş bir zincir vardı.
Bu kule Latin haçlılarınca 4. Haçlı seferinde 1204 yılında geniş bir şekilde
tahrip edildi. Fakat Cenevizliler yanına yeni bir kule inşa ettiler. Bu kule meşhur
Galata Kulesi 1348 Christea Turris (Tower of Christ: İsa’nın
Kulesi) diye adlandırılır. Osmanlı döneminde Yoğun Bektaşi nüfusun yaşadığı bir
bölge idi. Karaağaç tekkesi, Karyağdı Baba tekkesi, Giresunlu Tekkesi gibi birçok
Bektaşi tekkesi bu bölgede idi.
Topkapı Sarayı
Topkapı Sarayı, İstanbul’da yer alan ve dünyada günümüze gelebilmiş sarayların en
eskisi ve genişidir.Konumu, Haliç’i, Boğaziçi’ni ve Marmara Denizi gören, İstanbul’un
ilk kuruluş yeri olan bilinen akropol tepesidir. Tarihi İstanbul üçgen yarımadasının
en uç noktasında, 5 km’yi bulan surlarla çevrili,
700.000 m2 özel araziye sahip bir komplekstir. Bu özelliği ile saraydan çok küçük
bir şehri andıran Topkapı Sarayı, 500 yılı aşkın bir süredir kullanılmıştır.
Sonradan padişah, yeni yapılan Dolmabahçe Sarayı’na taşınınca
saray, uzun bir süre bakımsız bırakıldı. Saray, Cumhuriyet Dönemi’nde yapılan restorasyon sayesinde eski görkemine geri kavuştu.
Şu an bir müze olarak kullanılan sarayda padişaha ait eşyalar sergilenir. Müze
koleksiyonunun en değerli parçaları arasında Muhammed’in
hırkası, dişi, ayak izi ve kılıcı sayılabilir. Bu nesneler, Yavuz
Sultan Selim döneminde Kahire’den getirilmiştir. Başka bir değerli parça ise dünyaca meşhur
Kaşıkçı Elması’dır. Topkapı Hançeri ise müzede
sergilenen başka bir değerli eşyadır.
Galata Kulesi
İstanbul Beyoğlu’nda
Galata semtinde bulunan 528 yılında inşa edilmiş kuledir. Kuleden şehir
panoramik bir şekilde izlenebilmektedir. Bizans imparatoru Anastasius tarafından
inşa edilmiştir. Daha sonra 1204 yılında 4. Haçlı Seferleri ile büyük ölçüde
tahrip olan kule 1348 yılında İsa Kulesi olarak Cenevizliler tarafından Galata
Surlarına tekrar ek olarak yapılmıştır. Galata Kulesinin ilk üç katında
Ceneviz, sonraki katlarda ise Osmanlı izleri taşıdığı gözleniyor. Kule girişindeki
kitabede yer alan 16 mısralık methiye, II. Mahmut döneminde yapılan
restorasyondan dolayı II. Mahmut için yazılmıştır. İçerisinde Galata Kulesi’nin de bulunduğu “Ceneviz Ticaret
Yolu’nda Akdeniz’den Karadeniz’e Kadar Kale ve Surlu Yerleşimler”
dosyası ile Galata Kulesi 2013 yılında UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi, Türkiye’deki Dünya Mirası Geçici Listesi’ne
dahil edildi. Bugün çok canlı mekanlardan biri olan Galata Meydanı da kulenin
yanındadır.
Taksim Meydanı
Taksim semti ve meydanı adını,
Osmanlı Devleti’nde zamanında sucuların; suyu, halka
taksim ettikleri yer olduğundan verilmiştir.Meydan olmadan önce, eski evlerin sıralandığı
dar bir bölge olan semt, meydan hâline getirilip genişletildikten sonra,
zamanla bugünkü görünümünü almıştır. Meydanın ortasındaki Cumhuriyet Anıtı ve çevresi
bugün tören yeri olarak kullanılıyor ve buluşma yeri işlevini üstleniyor.
Meydan’ın başlangıcından Tünel’e
kadar Nostaljik tramvay çalışır.Taksim Meydanı’nın
simgesi hâline gelen Cumhuriyet Anıtı İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica’ya yaptırılmış, 1928 yılında yerine yerleştirilmiştir. Anıtın
yapımı 2,5 yıl sürmüş, anıt taş ve bronz kullanılarak yapılmıştır. Cumhuriyet dönemi
anıtlarından ilk defa figüratif bir anlatımla Atatürk’ü
ve yeni düzeni anlatan bir heykeldir.
Ayasofya Camii
Ayasofya (anlamı: “Kutsal Bilgelik”; Grekçe: Ἁγία Σοφία, romanize: Agia Sofia), eski adıyla Kutsal Bilgelik
Kilisesi ve Ayasofya Müzesi veya günümüzdeki resmî adıyla Ayasofya-i Kebîr Câmi-i
Şerîfi (Kutsal Büyük Ayasofya Camii),[4][5] İstanbul’da
yer alan bir cami ve eski bazilika, katedral ve müzedir. Bizans İmparatoru I.
Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul’un
tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bir
patrik katedrali olmuştur. 1453 yılında İstanbul’un
Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra II. Mehmed tarafından camiye dönüştürülmüştür.
Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1934 yılında yayımlanan kararname ile tadilat çalışmasına
alınmış, 1947 yılında bakanlar kurulu kararı ile müzeye dönüştürülme kararı alınıp
müzeye dönüştürülmüş, kazı ve tadilat çalışmaları başlatılmış ve 1947’den 2020’ye kadar müze olarak hizmet
vermiştir. 2020 yılında ise müze statüsü iptal edilerek cami statüsü verilmiştir.
Ayasofya, mimari bakımdan merkezî planı birleştiren kubbeli bazilika tipinde
bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde
önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır. Hristiyanlar için hem sembolik hem
de eksen olma anlamının yanında, turistik ve ruhsal bir çekim merkezidir.
Ayasofya adındaki “Aya” sözcüğü
“kutsal” anlamına gelir. “Sofya” sözcüğü ise Grekçede “bilgelik” anlamındaki sophos sözcüğünden
gelir.Dolayısıyla “Aya Sofya”
adı, Nasıralı İsa’ya atfen “Kutsal
Bilgelik” ya da “İlahî Bilgelik” anlamına gelmekte olup Hristiyan ilahiyatında Tanrı’nın üç niteliğinden biri sayılır.[7][8] Miletli İsidoros ve
Trallesli Antemius’un yönettiği Ayasofya’nın inşaatında yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve İmparator
I. Jüstinyen’in bu iş için büyük bir servet harcadığı
belirtilir.Bu çok eski binanın bir özelliği; yapımında kullanılan bazı sütun,
kapı ve taşların binadan daha eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş olmasıdır.
Bizans İmparatorluğu döneminde Ayasofya, büyük bir “kutsal
emanetler” zenginliğine sahipti. Bu emanetlerden biri
de 15 metre yüksekliğindeki gümüş ikonostasis idi.[16] Konstantinopolis Patriği’nin kilisesi ve Doğu Ortodoks Kilisesi’nin
1000 yıl boyunca merkezi olan Ayasofya, 1054 yılında Patrik I. Mihail’in Papa IX. Leo tarafından aforoz edilmesine şahitlik etmiş
olup bu olay, genel olarak “Schisma”nın
yani Hristiyanlık tarihindeki en önemli olaylardan biri olan Doğu ve Batı
kiliselerinin ayrılmasının başlangıcı sayılır. 1453 yılında kilise, Osmanlı
padişahı II. Mehmed tarafından camiye dönüştürüldükten sonra mozaiklerinden
insan figürleri içerenler tahrip edilmemiş (içermeyenlerse olduğu gibi bırakılmıştır),
yalnızca ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan
mozaikler, bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. Cami, müzeye
dönüştürülürken sıvaların bir kısmı
çıkarılmış ve mozaikler yine gün ışığına çıkarılmıştır. Günümüzde görülen
Ayasofya binası, aslında aynı yere üçüncü kez inşa edilen kilise olduğundan “Üçüncü Ayasofyaolarak da bilinir. İlk iki kilise isyanlar sırasında
yıkılmıştır. Döneminin en geniş kubbesi olan Ayasofyanın merkezî kubbesi,
Bizans döneminde bir kez (7 Mayıs 558 tarihinde) çökmüş,[17][18] Osmanlı başmimarı
Mimar Sinan’ın binaya payandaları eklemesinden itibaren
de hiç çökmemiştir.
Sultanahmet Camii
Sultan Ahmet Camii veya Sultânahmed
Camiî, 1609-1617 yılları arasında Osmanlı Padişahı I. Ahmed tarafından İstanbul’daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılmıştır.Cami; mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle
bezendiği için ve yarım kubbeleri ile büyük kubbesinin içi de yine mavi ağırlıklı
kalem işleriyle süslendiği için Avrupalılar tarafından “Mavi
Camii (Blue Mosque)” olarak adlandırılır. Ayasofya’nın 1935 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, İstanbul’un ana camii konumuna ulaşmıştır. Aslında Sultanahmet Camii
külliyesiyle birlikte, İstanbul’daki en büyük
eserlerden biridir. Bu külliye bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar,
hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık
odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır. Yapının
mimari ve sanatsal açıdan dikkate şayan en önemli yanı, 20.000’i
aşkın İznik çinisiyle bezenmesidir.Bu çinilerin süslemelerinde sarı ve mavi
tonlardaki geleneksel bitki motifleri kullanılmış, yapıyı sadece bir ibadethane
olmaktan öteye taşımıştır. Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır.
43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi 200’den fazla renkli cam ile aydınlatılmıştır. Yazıları Diyarbakırlı
Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte bir
külliye oluşturur ve Sultanahmet, Türkiye’nin altı
minareli ilk camiidir.
Kız Kulesi
Kyzikos’taki
deniz zaferinden sonra, MÖ 408’de Atinalı general
Alkibiadis, muhtemelen Karadenizden gelen gemiler için Üsküdar’ın
önündeki küçük bir kaya üzerine özel bir istasyon inşa etti. Üsküdar’ın sembolü hâline gelen kule, Üsküdar’da
Bizans devrinden kalan tek
eserdir. MÖ 24 yıllarına kadar
uzanan bir geçmişe sahiptir. 1110’da Bizans İmparatoru
I. Aleksios, taş duvarla korunan ahşap bir kule inşa etti.Kuleden
Konstantinopolis’teki Mangana semtinde (tarihi yarımadada
bir mahalle) dikilmiş başka bir kuleye uzanan bir demir zincir gerildi. Adacık
daha sonra su altı kalıntıları hala görülebilen bir savunma duvarı ile Asya kıyısına
bağlandı.1453’te İstanbul’un
Osmanlılar tarafından fethi sırasında, kulede Venedikli Gabriele Trevisano
tarafından yönetilen bir Bizans garnizonu bulunuyordu.Daha sonra yapı, Fatih
Sultan Mehmed döneminde Osmanlı Türkleri tarafından gözetleme kulesi olarak
kullanılmıştır. İlk olarak Yunan döneminde bir mezara ev sahipliği yapan bu
ada, Bizans döneminde inşa edilen ek bina ile gümrük istasyonu olarak kullanılmıştır.
Osmanlı döneminde ise gösteri platformundan savunma kalesine, sürgün
istasyonundan karantina odasına kadar birçok işlev yüklenmiştir. Asli görevi
olan ve yüzyıllardan beri varlığı ile insanlara, geceleri ise geçen gemilere göz
kırpan feneri ile yol gösterme işlevini hiç kaybetmemiştir. Bazı Avrupalı tarihçiler
buraya Leander Kulesi derler. Kule hakkında pek çok rivayet bulunmaktadır.
Antik Çağ’da arkla (küçük kale) ve damialis (dana
yavrusu) adları ile anılan kule, bir ara da “Tour de
Leandros” (Leandros’un Kulesi)
ismi ile ünlenmiştir. Şimdi ise Kız Kulesi ismi ile bütünleşmiş ve bu ismi ile
anılmaktadır. Çok eski geçmişi olan Kız Kulesi, bir zamanlar Boğaz’dan geçen gemilerden vergi alınmak maksadı ile kullanılmıştır.
Kule ile Avrupa yakası boyunca büyük bir zincir çekilmiş ve gemilerin Anadolu
yakası ile Kız Kulesi arasından geçişine (O zamanlar gemi boyutları küçük olduğu
için geçebilmekteydi.) izin verilmiştir. Bir süre sonra kule, zinciri taşıyamamış
ve Avrupa yakasına doğru yıkılmıştır. Kuleden suyun içine bakıldığında yıkıntıları
görülmektedir. Kule 1509 depreminde yıkılmış, yeniden inşa edilmiş ve 1721’de yanmıştır. Sadrazam Damat İbrahim Paşa tarafından imar
emri verilmiş ve yeni bina deniz feneri olarak kullanılmış; çevre surlar 1731
ve 1734 yıllarında onarılmıştır. Sonunda 1763’te kule
daha dayanıklı taştan yeniden inşa edildi. 1829’dan
itibaren karantina istasyonu olarak kullanılmış ve 1832de Sultan II. Mahmud
tarafından yeniden restore edilmiştir.[2] 1945’te,
kuleyi yamama sırası liman yönetimine geldi. Daha sonra 1998’de
tekrar restore edildi, kısa bir süre önce James Bond filmi Dünya Yetmez’de yer aldı.17 Ağustos 1999 depremi ve Marmara Denizi’ndeki tsunamiden sonra kuleyi güçlendirmek için çelik
destekler eklendi. Sarayburnu’ndaki eski Roma, Bizans
ve Osmanlı başkentinin manzarasına sahip iç mekan bir kafe ve restorana dönüştürülmüştür.Özel
tekneler gün boyunca kule ile kıyı arasında gidip gelmektedir. Kız Kulesi 2000
yılında restore edilerek restoran haline dönüştürülmüştür. 2021 yılında Türkiye
Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından başlatılan restorasyon çalışmaları
Mayıs 2023’te sona ermiştir. Restore edilen kule, 11
Mayıs 2023 tarihinde lazer gösterisiyle birlikte açıldı.
Yere Batan Sarnıcı
İstanbul'un görkemli tarihsel yapılarından
birisi de Ayasofya’nın güneybatısında bulunan Bazilika
Sarnıcı’dır. Bizans imparatoru I. Justinianus (527-565)
tarafından yaptırılan bu büyük yeraltı sarnıcı, suyun içinden yükselen ve sayısız
gibi görülen mermer sütunlar sebebiyle halk arasında “Yerebatan
Sarayı” olarak isimlendirilmiştir. Sarnıcın bulunduğu
yerde daha önce bir Bazilika bulunduğundan, Bazilika Sarnıcı olarak da anılır.
Sarnıç, uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre olan dikdörtgen biçiminde bir
alanı kaplayan, dev bir yapıdır. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen bu sarnıcın
içerisinde her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır. Birbirine
4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her biri 28 sütun içeren 12 sıra
meydana getirirler. Sarnıcın tavan aralığı kemerler vasıtasıyla sütunlara aktarılmıştır.
Çoğunluğu daha eski yapılardan toplandığı anlaşılan ve çeşitli mermer
cinslerinden yontulmuş sütunların büyük bir kısmı tek parçadan, bir kısmı da
iki parçadan oluşmaktadır. Bu sütunların başlıkları, yer yer farklı özellikler
taşır. Bunlardan 98 adedi Corint üslûbu yansıtırken bir bölümü de Dor üslûbunu
yansıtmaktadır. Sarnıcın tuğladan örülmüş 4.80 metre kalınlığındaki duvarları
ve tuğla döşeli zemini, Horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanarak su geçmez
hale getirilmiştir. Toplam 9.800 m2 alanı kaplayan bu sarnıç, yaklaşık 100.000
ton su depolama kapasitesine sahiptir.
Medusa Başı
Sarnıçtaki sütunların köşeli veya
yivli biçimde olan birkaç tanesi hariç büyük bir çoğunluğu silindir biçimindedir.
Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki
Medusa Başı, Roma Dönemi heykel sanatının şaheserlerindendir. Sarnıcı ziyaret
eden insanların en çok ilgisini çeken Medusa başlarının hangi yapılardan alınıp
buraya getirildiği bilinmemektedir. Araştırmacılar, genellikle sarnıcın inşası
sırasında salt sütun kaidesi olarak kullanılması amacıyla getirildiklerini düşünmektedirler.
Bu görüşe rağmen, Medusa Başı hakkında birtakım efsaneler oluşmuştur.Bir efsaneye
göre Medusa, Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç
Gorgona’ dan biridir. Bu üç kız kardeşten yılan başlı
Medusa, kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. Bir görüşe göre o dönemde
büyük yapılar ve özel yerleri korumak için Gogona desim ve heykelleri kullanılırdı
ve Sarnıca Medusa başının konulması da bu yüzdendir. Başka bir rivayete göre de
Medusa, siyah gözleri, uzun saçları ve güzel vücudu ile övünen bir kızdı.
Medusa, Zeus’ un oğlu Perseus’u
seviyordu. Bu arada Athena da Perseus’u seviyor ve
Medusa’yı kıskanıyordu. Bu yüzden Athena, Medusa’nın saçlarını yılana çevirdi. Artık Medusa’nın
baktığı herkes, taşa dönüşüyordu. Daha sonra Perseus, Medusa’nın
başını kesti ve onun bu gücünden yararlanarak pek çok düşmanını yendi.
Buna dayanarak Medusa Başı,
Bizans’da kılıç kabzalarına işlenmiş ve sütun
kaidelerine (bakanların taş kesilmemesi için) ters olarak yerleştirilmiştir.
Bir rivayete göre de Medusa, yana bakıp kendisini taşa çevirmiştir. Bu yüzden
buradaki heykeli yapan heykeltıraş, ışığın yansıma açılarına göre Medusayı üç
ayrı konumda yapmıştır
Sarnıcın ortasına doğru kuzeydoğu
duvarı önünde yer alan 8 sütun, 1955-1960 yıllarında yapılan bir inşaat sırasında
kırılma tehlikesine maruz kaldıklarından, bunların her biri, kalın bir beton
tabaka içine alınarak dondurulmuş ve bu yüzden eski özelliklerini kaybetmişlerdir
Bizans döneminde bu çevrede geniş
bir sahayı kaplayan ve imparatorların ikamet ettiği büyük sarayın ve bölgedeki
diğer sakinlerin su ihtiyacını karşılayan Yerebatan Sarnıcı, İstanbul’un Osmanlılar tarafından 1453 yılında fethinden sonra bir müddet
daha kullanılmış ve padişahların oturduğu Topkapı Sarayı’nın
bahçelerine buradan su verilmiştir. İslâmî kaidelerin temizlik esasları gereği
durgun su yerine akar vaziyetteki suyu tercih eden Osmanlılar’ın
şehirde kendi su tesislerini kurduktan sonra kullanmadıkları anlaşılan Sarnıç,
16. yüzyılın ortalarına gelinceye kadar Batılılar tarafından fark edilmemiş,
nihayet 1544-1550 yıllarında Bizans kalıntılarını araştırmak üzere İstanbul’a gelen Hollandalı gezgin P. Gyllius tarafından yeniden keşfedilerek
Batı âlemine tanıtılmıştır. P. Gyllius, araştırmalarından birinde, Ayasofya
civarında dolaşırken, buradaki evlerin zemin katlarında bulunan kuyu benzeri
yuvarlak büyük deliklerden ev halkının aşağıya sarkıttıkları kovalarla su çektikleri,
hatta balık tuttuklarını öğrendi. Büyük bir yeraltı sarnıcının üzerinde bulunan
ahşap bir binanın duvarlarla çevrili avlusundan, yerin altına inen taş
basamaklardan elinde bir meşaleyle sarnıcın içerisine girdi. P. Gyllius, çok
zor şartlarda sarnıcı sandalla dolaşarak ölçülerini alıp sütunlarını tespit
etti. Gördüklerini ve edindiği bilgileri seyahatnamesinde yayımlanan Gyllius,
birçok seyyahı etkilemiştir.
Sarnıç, kurulduğundan günümüze
kadar çeşitli onarımlardan geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Dönemi'nde iki defa
onarılan sarnıcın ilk onarımı 3. Ahmet zamanında (1723) Mimar Kayserili Mehmet
Ağa tarafından yaptırılmıştır. İkinci onarım ise Sultan 2. Abdülhamid
(1876-1909) zamanında gerçekleştirilmiştir. Cumhuriyet Dönemi'nde de sarnıç,
1987'de İstanbul Belediyesi tarafından temizlenerek ve bir gezi platformu yapılmak
suretiyle ziyarete açılmıştır. 1994 yılının Mayıs ayında yeniden büyük bir
temizlik ve bakımdan geçmiştir. Hâlihazırda İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden
Kültür A.Ş. tarafından işletilen Yerebatan Sarnıcı, müze olmanın yanı sıra,
ulusal ve uluslararası birçok etkinliğe ev sahipliği etmektedir.
St. Antuan Katolik Kilisesi
St. Antuan Katolik Kilisesi (Fransızca:
St. Antoine), İstanbul'un en büyük ve cemaati en geniş Katolik Kilisesi'dir. Beyoğlu'ndaki
İstiklal Caddesi üzerinde Galatasaray'dan (Galatasaray Lisesi tarafında) Tünel'e
doğru giderken sol tarafta bulunur. Kilise Fransiskenler tarikatına bağlıdır.[1]
TARİHİ;
1230’da
rahipler, kurucuları Assisili Aziz Fransua adına, Galata civarında bir kilise
inşa ettiler. 1639 ve 1660 yangınlarında iki kez yanan ve her yangından sonra
yeniden aynı yerde kurulan Aziz Fransua Kilisesi en son geçirdiği yangın olan
ve bütün çevresini yutan 1696 yangınından sonra Beyoğlu’ndaki
yeni konumuna taşındı. 1724 yılında Pera'da Aziz Antuan adı verilen bu yeni bir
kilise Osmanlı İmparatorluk saray ve devlet hizmetinde bulunan ve ayrıca
ticaretle uğraşan Katolik ülkelerin (ekserisi İtalyan-Fransız) vatandaşları ve
onların aileleri için inşa edildi ve kutsandı.[2]
MİMARİ;
Şimdiki, cephesi kırmızı tuğla taşlarla
örülü kilisenin inşasına, 1906 yılında eskisinin yerinde başlanmış ve 1912 yılında
Aziz Antuan'ın naşının Padova Basilikası'ndaki yerine taşınmasının yıldönümü
olan 15 Şubat günü Rahipler, yeni kiliselerine taşındılar, kilise kutsandı ve
ibadete açıldı.[2] İstanbul doğumlu İtalyan Mimar Giulio Mongeri tarafından İtalyan
Neogotik üslubunda, betonarme olarak inşa edilmiştir.[3][4] 20x50 m ölçülerinde,
Latin hacı biçiminde ve Neogotik üslupta inşa edilmiştir. Kilise duvarları
belirli yüksekliğe kadar mozaik kaplama ve yapının dış cephe duvarları tuğladandır.
Kilisenin girişi, kiliseye gelir sağlamak için inşa edilmiş iki bina arasındaki
kapıdan verilmiştir. Bu kapı kilisenin avlusuna açılır ve İstiklal Caddesine
bakan bu cephenin genişliği 38 metredir.[5]
Santa Maria Draperis Kilisesi
Santa Maria Draperis Kilisesi (Türkçe:
Meryem Ana Draperis Latin Katolik Kilisesi), İstanbul'da bulunan tarihi açıdan
bir Latin Katolik kilisesidir. 1584’te inşa edilen bu
kilise, İstanbul’un en eski faal kiliselerindendir.
TARİHİ;
1453’te İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethinden birkaç ay önce, Selvili Padovalı
Aziz Antonio kilisesi, Haliç’in güney şeridine (o
zamanlar Venedikli tüccarların Konstantinopolis merkeziydi) Fransiskenler tarafından
Sirkeci’de inşa edildi. Fethin ardından ise burayı
Fransiskenler terk etmeye zorlandılar
[2] ve 1584’e
kadar birkaç kere yer değiştirdikten sonra bu tarihte Galata’nın
Mumhane mahallesine taşındılar. Burada Levantin bir kadın olan Klara Maria
Draperis onlara bir ev ve küçük bir şapel bağışladı.[2][3] Şapelin sunağı
tahtadan yapılmış Bakire Meryem heykeliyle süslenmişti. Şapel 1660 yılında
tamamen yandığında bu heykel Draperis ailesinin bir bireyi tarafından kurtarıldı.[2]
Yapı yangında tamamen yandığı için
dönemin Osmanlı kanunlarına dayanarak devlet arsaya el koydu.[4] Bu sebeple
Fransiskenler Sultan'dan Firmandan izin istediler fakat neticede kilise tekrar
yapılsa dahi 1663’te yıkıldı.[2] Bu olaydan sonra
Fransiskenler bölgeden ayrılıp Peranın üstünde Dörtyol denen bölgeye taşındılar.
Burada 1678 tarihinde bir kilise daha inşa ettiler fakat 1697’de
yanan kilise 1727’deki depremle tamamen yıkıldı.[2] 1767’de tekrar yanan yapı, 1769’da beşinci
kez tekrar inşa edilmiş oldu.[2] Her musibetten sağlam çıkan Bakire Meryem
heykeli ise günümüze kadar ulaştı.[2] Günümüzde bu kilise, Sent Antuan (ki o da
İstiklal Caddesindedir) ve Aziz Petrus ve Pavlus kilisesi ile birlikte Levanten
meydanındaki 3 Roma Katolik Kilisesi’nden biridir. 19.
Yüzyıl boyunca Aziz Meryem Kilisesi bölgenin en prestijli kilisesi oldu 1803 yılındaki
sayıma göre cemaatinde 470 Levanten, birkaç Arap ve birkaç Ermeni Katolik olduğu
bilinmektedir.[5]
Günümüzde bu kilisede Fransisken
pederler tarafından her gün İtalyanca, Pazar günleri ise İspanyolca olmak üzere
ayinlere devam edilmektedir.[3]
MİMARİSİ VE İÇERİĞİ;
İstiklal Caddesi sonunda yokuş aşağı
inen merdivenleri izlediğinizde yapının girişi neoklasik tarzdadır - duvarda
bir oyuk içinde Bakire Meryem heykeli karşılar - Yapı dikdörtgen planlı olup üzeri
beşik tonoz ile örtülmüştür ve 1874 tarihinde işlenen 3 nef ile bezelidir.
Kilisede caddeden görünmeyen bir çan kulesi vardır. 1772 yılında sunak, İtalya’nın Carrara kentinden gelen pembe mermer ile bezenmiş ve
Draperis ailesinin verdiği heykelle süslenmiştir.[3]
Venedik sanat okulundan alınan 4
resim de sunağı süslemektedir.[3]
Kiliseye girdikten sonra sağda
kalan ilk resim 1873’te Bakire Meryem Ana, iki
Fransisken aziz ile resmedilmiştir.[3] İkinci resim Assisi’li
Françesko’nın stigmatayı La Verna'da almasını
temsilendir.[3] Girişin diğer tarafında Aziz Roch ile ilerisinde Meryem Ana ve İsa'nın
Yusuf’un ölümünde yanında oluşu görülmektedir.[3]
Haç yolu, Padovalı Aziz Antonio
heykeli ve vaftizhanedeki duvar resmi, Fransisken Peder Alberto Farina tarafından
1959 yılında yapılmıştır.[3]
Apsisteki iki vitray Alman ekolüne
aittir ve Assisili Francesco ve Azize Klarayı temsil eder.[3] Kilisenin içinde,
18. ve 19. yüzyıllardan (çoğu İtalyanca veya Latince) birkaç yazıtlı mezar taşı,
zengin Levanten ailelerini, kilisenin hayırseverlerini, piskoposları ve
Konstantinopolis'teki Avrupa uluslarının konsoloslarını hatırlatır.[3]
ORTAKÖY MEYDANI
Antik çağda adının Arkheion
(Argion) olduğu söylenen Ortaköy'ün, Bizans dönemindeki adı "Ayios
Fokas"'tır. Semt, adını Bizans İmparatoru I. Basileios (hükümdarlığı
867-886) tarafından burada yaptırılan Ayios Fokas Manastırı'ndan almıştır.
Bizans İmparatoru VI. Leon'un (hükümdarlığı
886-912) sevgilisi Zoe ile buluştuğu Damianu Sarayı'nın Ortaköy'de olduğu;
Damianu mevkiine adını veren manastırın ise, İmparator Teofilos (hükümdarlığı
829-842) ve III. Mihail (hükümdarlığı 842-867) zamanlarında devletin ileri
gelenlerinden olan Damianos tarafından 9. yüzyılda yaptırıldığı ileri sürülür.[7]
Bugünkü Ortaköy'ün, büyük Ayios
Fokas Manastırı'nın bulunduğu yer olduğu anlaşılmaktadır. Rumların aynı azize
ithaf edilmiş bugünkü küçük Ayios Fokas Kilisesi de Ayios Fokas adındadır. Ayios
Fokas Manastırı'nın yeri bulunamamıştır. Bu manastırın yakınında 9. yüzyılda Ermeni
asıllı Ortodoks patriği VII. İoannis (patrikliği 832-842) veya kardeşi
Arsabarios'un (Arşavir) muhteşem bir sarayının olduğu, bu yüzden semtin
Arsebera (veya Arsaberu) olarak da ün kazandığı yazılır. Sarayda gizli ayinler
ve ahlaka aykırı eğlenceler yapıldığı yolunda dedikodular çıktığı için İmparator
I. Basileios tarafından satın alınarak 150 rahiplik bir manastır haline
getirilmiştir. Bu manastırın varlığı (Meryem Ana) Bizans'ın son yıllarına kadar
devam etmiştir.
Türklerin Ortaköy'e yerleşmesi Kanuni
Sultan Süleyman döneminde (hükümdarlığı 1520-1566) olmuştur. Aynı yıllarda Sadrazam
Kara Ahmed Paşa'nın (ö. 1556) kethüdası Hüsrev Kethüda tarafından Mimar Sinan'a
bir hamam (Ortaköy Hüsrev Kethüdâ Hamamı) yaptırılmıştır. Ortaköy Deresi
vadisinin iki yamacına, 16. yüzyılda Türklerin yoğun olarak yerleştikleri görülür.[8]
17. yüzyılın ortasında dere içinde
bir Müslüman mahallesi, kıyıda ise yalılar vardı. Bu yalıların hiçbiri günümüze
kadar gelememiştir. Bunun başlıca sebebi, Abdülaziz tarafından 1871'de yaptırılan
yeni Çırağan Sarayı'dır. Beşiktaş Mevlevîhanesi ve Ortaköy'e kadar uzanan yalılar
ortadan kaldırılarak elde edilen uzun ve geniş alan Çırağan Sarayı'nın inşaatına
ayrılmıştır. Ortaköy İskelesi ile Defterdarburnu arasında kalan şeritte Mehmed
Kethüda Çeşmesi, Ortaköy Camii, sıbyan mektebi ve sahilin gerisinde Rum, Ermeni
ve Yahudi esnafların evleri; daha sonra Ortaköy Camii ile Neşetâbâd Sahilsarayı,
Esma Sultan Sahilsarayı, Naime Sultan Yalısı, Hatice Sultan Sahilsarayı, Fatma
Sultan, Zekiye Sultan yalıları sıralanırdı. Defterdar İbrahim Paşa Camii 17. yüzyıla
ait bir yapıdır.
Ortaköy Meydanı ve çevresi 1989
ile 1992 yılları arasında Beşiktaş Belediyesi tarafından başlatılan proje çalışmaları
ile yeniden düzenlenerek bugünkü görünümünü almıştır.
Ortaköy, tarihi kültürel yapısıyla
özellikle 1990'lı yıllardan itibaren, gerek İstanbulluların gerekse yabancıların
geniş bir ilgi odağı haline gelmiştir. Semtin ve özellikle meydanın İstanbul'un
ilgi odağı haline gelmesindeki diğer bir etken de, üç dini temsil eden üç anıtsal
yapının (Ortaköy Camii, Ayios Fokas Kilisesi, Etz Ahayim Sinagogu) birbirine
yakın olmasıdır. Bunlar, çevredeki özgün yapı gruplarıyla tutarlı bir bütünlük
ve uyum içindedirler. Bu üç kültürün bir arada yaşadığı ortamı yeniden eski özellikleriyle
ortaya çıkarmak amacıyla kapsamlı bir proje yapılmış, 1990'lı yılların başındaki
düzenleme çalışmaları sonuçlandırılmıştır. İlk etapta Ortaköy'ün yeterli olmayan
altyapı şebekesi yeniden yapılmıştır. Ortaköy Meydanı çevresindeki dar organik
sokak dokusu; yapılarda bahçe olmaması; cumba ve cephe uyumları çevrenin görünümünü
değişik kılmaktadır. Evler sosyal yapıdan da kaynaklanan bir farklılık göstermektedir.
Yapılan çalışmada bu organik sokak dokusunun, iki veya üç katlı cumbalı dar düşer
dikdörtgen pencereli özgün Ortaköy mimarisinin sürekliliğinin sağlanması amaçlanmıştır.[8]
Meydan ve çevresi, kahveler, gece
kulüpleri, barlar, lokantalar, sanat atölyeleri, antika ve hediyelik eşya dükkânları
ve haftasonları açılan elişi ve sanat (entel) pazarıyla, gece gündüz canlı bir
buluşma merkezidir. Kumpirciler, wafflecılar ve gözlemeciler de Ortaköy'e has
mekanlardır.
Bununla birlikte hem sahilyolu,
hem Barbaros Bulvarı'na uzanan Palanga Caddesi, hem Dereboyu Caddesi, hem de Ulus'a
çıkan Portakal Yokuşu gibi önemli ulaşım akslarının kesişim noktası olduğu için
ziyaretçi yoğunluğunun arttığı zamanlarda hem trafik hem de park sorunu yaşanmaktadır.
15 Temmuz Şehitler Köprüsü'nün Avrupa'daki ayağı Ortaköy'dedir.
Yapılar
[değiştir | kaynağı değiştir]
Ortaköy Meydanı, 19. yy. Osmanlı
sivil mimarisinin özgün örneklerini barındırır. Ortaköy'e bugünkü çehre ve özelliğini
kazandıran, meydanının en belirgin ve egemen mimari öğesi halk arasında Ortaköy
Camii olarak bilinen Büyük Mecidiye Camii'dir. Cami, Sultan Abdülmecit tarafından
Mimar Nigoğos Balyan'a 1853 yılında yaptırılmıştır. Abdülmecid, Ortaköy'ün imarına
önem vermiş, Ortaköy Deresi üzerine, bugün artık olmayan köprüyü, sahilde
iskelenin güneyindeki mermer sütunlu karakol binasını da yaptırmıştır.
Meydandaki cami kadar eski ve önemli
bir başka eser de 1723 tarihli Damat İbrahim Paşa Çeşmesi'dir. Sahilde ahşap
temeller üzerinde oturan çeşme, zamanla dolgu ve zemin oturmasından çökmüş,
toprak seviyesinin 1,5 m altında kalmıştır. Beşiktaş Belediyesi tarafından,
Ortaköy Meydanı ve çevre düzenlemesi çalışması sırasında, kahvelerin arkasına sıkışmış
ve görünmeyen çeşme, caminin karşısına taşınarak, toprak
altında kalan su teknesi ve
musluk etrafındaki selvi motifli taşı ortaya çıkarılmış, restorasyonu yapılmıştır.
Meydanda, Sütçü Ali Sokağı önünde
kahvelerin yanında küçük Hamidiye Çeşmesi (Saka Çeşmesi) vardı. Hamidiye su şebekesinden
dağılan kol, eski hamamın önündeki Saka Çeşmesi denilen bu döküm çeşmeye ulaşırdı.
Bu çeşme daha sonra kaldırıldı ve suyolu kapatıldı. Meydandaki demir döküm çeşme,
Yıldız'dan alınarak onarılmış, 1992'deki meydan düzenlemesi çalışmaları sırasında
şimdiki yerine konulmuştur. Meydandaki diğer bir küçük çeşme ise cami girişinin
yanında, avlunun önündedir.
Meydanın arka sokağı ve Muallim
Naci Caddesi'nde girişi olan Ayios Fokas Kilisesi 1856'da yapılmıştır. Bizans döneminde
bölgede bulunan manastırın adını yaşatmaktadır.
KÜLTÜREL MİRASA KONU YERLERDE
DAVRANIŞ KURALLARI
Deneyiminizi geliştirmek ve Türkiye’de yer alan kültürel mirasa konu alanları koruyarak gelecek
nesillere taşımak adına Lütfen aşağıdaki kurallara uyalım. – İbadethane
girişlerinde; şort-etek gibi dizlerinin üzerinde açıkta kalan ve omuzları açıkta
bırakan giysiler giymek ve yüksek sesle konuşmak müzik dinlemek kutsal mekânlarda
yasaktır. – Din önderleri, çocuklar ve tanımadığınız kişiler
ile fotoğraf ve video çekmek için lütfen izin isteyiniz. İzinsiz çekim yapılması
yasaktır. – Anıtlar ve tarihi eserlerin olduğu bölgelerde
-Oyma ve kırılgan yüzeyli eser ve anıtlara oturmak ve yaslanmak yasaktır. – Arkeolojik eserlerde yer değişikliği yapmak-taşımak-dokunmak
ve bu eserlerin satışı yasaktır. – Alkol ve sigaranın içilmesi
yasak olan bölgelerde tüketilmesi yasaktır. – Çocuklara
para-şeker vermek dilenmeye teşvik eder. Çocuklara yardım etmek istiyorsanız lütfen
tanınmış hayır kurumlarına bağış yapınız. – Kamuya açık
alanlarda cinsel organı açıkta bırakacak şekilde teşhir etmek kesinlikle yasaktır
ve cezaya tabidir. – Tehdit altındaki yaban hayatı türlerinden
Üretilen yasadışı ürünler / hediyelik eşyalarının satın alınmasından kaçınılmalıdır.
– Çevreyi ve doğayı kirletmek kesinlikle yasaktır.
Tespit edilmesi durumunda cezaya tabidir.